Welcome to My Website

İzleyiciler

Saglik Haberleri 33:37

Gönderen cprnc 3 Şubat 2010 Çarşamba

Düşük hapı veya düşük iğnesi

"Gebeliği sonlandırılmak için kürtaj dışında bir yöntem yok mu?"
"Düşük hapı ya da iğnesi yok mu"

ve buna benzer sorular e-posta, telefon ya da yüzyüze görüşmelerde en sık karşılaştığım soruların başında geliyor.

Sorunun cevabı EVET, düşük hapı var. Ancak bu hap ülkemizin de dahil olduğu pekçok ülkede satışta değil. Aslına bakalırsa hap uzun zamandır Fransa başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde, ve 2000 yılının sonlarından beri Amerika Birleşik Devletlerinde kullanılmasına rağmen güvenilirliği ve kullanım kolayılığı hala daha tartışmalı.

TARİHÇE
Gebeliği erken dönemlerde sonlandırıp düşüğe neden olduğu için düşük hapı olarak adlandırılan bu ilaç yaygın olarak RU486 olarak bilinmektedir. İlk kez Fransa'da Dr. Etienne-Emile Baulieu tarafından 1980 yılında geliştirilmiştir. RU486 adı etken maddeyi üreten ilaç firması olan Roussel-Uclaf'ın ilk harflerinden gelirken 486 ise madde ile ilgili seri numarasıdır. RU486 adı artık pek kullanılmamakta bunun yerine ilacın etken maddesinin adı olan mifepriston tercih edilmektedir.

Fransa ve Çin ilacın en fazla kullanıldığı ülkelerdir. Bunlar dışında 20'ye yakın ülkede kullanımı serbesttir. Ancak bu ilaç eczanelerden kolaylıkla temin edilebilecek bir ilaç değildir. Hemen her ülkede satışı ve kullanımında sınırlandırmalar bulunur ve sadece yetkili doktorlar tarafından verilir. Bazı ülkelerde kontrolü sağlayabilmek için her hapın üzerinde bir numara bulunur ve bu sayede hangi hapı hangi doktor ya da kliniğin satın aldığı bilinebilir.

Amerika Birleşik Devletleri mifepristonun kullanımına uzun yıllar onay vermemiştir. Bu kararda kürtaj karşıtı grupların çalışmaları büyük ölçüde etkili olmuştur. Hatta bu gruplar ilacı üreten firmanın 2. Dünya Savaşı'nda Hitler Almanya'sına ölüm gazlarını satan firmanın bir kolu olduğunu ve sadece bu nedenle bile kullanımına izin verilmemesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Kürtaj karşıtı grupların çalışmalarına rağmen yapılan uzun süreli klinik araştırmaların yanısıra kadın hakları savunucu grupların lobileri sonucu ülkenin ilaç ve gıda denetimi yapan ve bunların kullanılıp kullanılamayacağına karar veren en yetkili kuruluşu olan FDA (Food and Drug Administration) Eylül 2000'de ilacın ABD sınırları içinde belirli kurallar dahilinde kullanılmasına onay vermiştir.

Mifepriston ile ilgili düzinelerce bilimsel araştırma yapılmış olmasına karşın ilacın etkinliği ve güvenilirliği konusunda bilimsel arenada hala daha tartışmalar devam etmektedir.

DÜŞÜK HAPI NASIL ETKİ EDER?
Hamileliğin sağlıklı bir şekilde devam etmesi yumurtalıklardan salgılanan progesteron adı verilen hormona bağlıdır. Bu hormonun yokluğunda embryonun yerleştiği endometrium tabakası dökülür ve kanamayla atılır ve gebelik düşükle sonuçlanır. Mifepriston vücutta bulunan progesteronu bloke ederek etki gösteren sentetik bir anti-progesterondur. Mifepriston kullanıldığında sonuçta bir düşük olayı meydana gelir.

Tek başına kullanıldığında her zaman düşük gerçekleşmiyebilir. Tıpkı missed abortusta olduğu gibi bebek içeride ölür ancak rahim dışına atılamıyabilir. Bu durumda düşük hapının amacına ulaşabilmesi için rahim kasıcı başka ilaçlar ile birlikte kullanılması gerekir. Bu amaçla en sık, gerçekte bir ülser ilacı olan ancak ikinci etki olarak içerdiği prostoglandin nedeni ile rahim kasılmalarını başlatan başka bir ilaç kullanılır.

ETKİNLİĞİ NE KADAR?
Mifepriston tek başına kullanıldığında başarı şansı yani gebeliğin bir düşükle sonuçlanması olasılığı %60 civarındadır. Rahim kasılmalarını başlatan ilaçla birlikte kullanıldığında ise bu oran %92'ye çıkmaktadır. Ancak bu oranlar sadece 7 haftalığa kadar olan gebelikler için geçerlidir. Yapılan çalışmalar iki ilacın birarada kullanıldığı durumlarda 9. haftaya kadar kullanılabileceğini göstermektedir. Ancak bu haftalara ulaşıldığında kandaki progesteron seviyesi ilacın bloke edebileceğinden daha fazla olduğu için başarı şansı azalır.

NASIL KULLANILIYOR?
Mifepriston kullanımı korunmasız bir ilişki sonrası alınan haplar şeklinde uygulanan acil doğum kontrolü değildir. Ayrıca düşük hapı ile istenmeyen bir gebeliği sonlandırmak,ağrı kesici alıp başğarısını dindirmek kadar kolay bir işlem de değildir. Aslında ilacın kadınlar ve doktorlar arasında yaygın olarak tercih edilmemesinin temel nedeni de zahmetli olması ve işlemin uzun sürmesidir. İstenmeyen gebeliğin ilaç yardımı ile sonlandırılması 14 gün kadar sürebilir ve en az 3 kere doktor ziyareti yapılması gerekir. İşlemin 3 temel aşaması vardır.

İlk aşama kürtaj olmak isteyen kadının tam bir muayenesidir. Tıbbi özgeçmişinin irdelenmesi ve ilacın kullanımına engel bir durumun olamadığı anlaşıldıktan sonra jinekolojik muayene ve inceleme yapılarak dış gebelik olmadığı ve bebeğin 7 haftadan büyük olmadığı saptanır. Daha sonra kişiye uygulama şekli, olası yan etkileri konusunda bilgi verilir, işlemi ve potansiyel yan etkilerini anladığına, işlemin yapılmasına izin verdiğine ve gelmesi gereken günlerde kontrollere geleceğine dair yazılı bir form imzalatılır. Daha sonra hastaya 3 adet mifepriston hapı verilir. Kişi bu hapları doktorun gözetimi altında hemen yuttuktan sonra beklemeye başlır. Kişinin hapları alıp başka birisine vermemesi için doktorun gözü önünde yutması gerekir. Hastaların yaklaşık yarısında 24 saat içinde kanama başlar ve %3-6'sı ilk 48 saat içinde düşük yapar.
Kişi 48 saat sonra yeniden doktorunun yanına gider ve düşük olup olmadığı veya bebeğin hala daha canlı olup olmadığı incelenir. Eğer gebelik ürünü tamamen atılmadıysa düşüğün tamamlanması için gerekli olan prostoglandin hapı verilir. Rahim kasılmalarının neden olduğu ağrıların şiddetini azaltmak için ağrıkesiciler reçete edilebilir.Hasta daha sonra 4-6 saat kadar doktorun yanında bekler. Hastaların %90'ından fazlası bu süre içinde düşüğü gerçekleştirir. Dört altı saat içinde düşük olmayanlar ise evine gönderilir ve evde düşük yapması beklenir. Hastaya acil durumlarda ne yapması gerektiği konusunda bilgi verilir.
Yaklaşık 14 gün sonra hasta kontrole çağılırır. Bu kontrolde, düşüğün olup olmadığı, eğer olduysa içeride parça bulunup bulunmadığı, enfeksiyon ve kanama gibi komplikasyonların varlığı araştırılır. Eğer hala devam ediyorsa olası konjenital anomali riski nedeni ile gebeliğin kürtaj ile sonlandırılması önerilir. Komplikasyon varlığında uygun şekilde tedavi edilir.
YAN ETKİLER VE KOMPLİKASYONLAR
Yapılan çalışmalarda hastaların %99'unda aşağıdaki yan etkilerden biri ya da birden fazlasına rastlandığı gösterilmiştir.


--------------------------------------------------------------------------------

Yan etki Görülme oranı
%

--------------------------------------------------------------------------------

Karın ağrısı ve kramp 97
Bulantı 67
Başağrısı 32
Kusma 34
İshal 23
Başdönmesi 12
Halsizlik 9
Bel ağrısı 9
Kanama 7
Ateş 4
Viral enfeksiyon 4

--------------------------------------------------------------------------------


Olguların büyük bir kısmında birden fazla yan etki görülmekte olup bu yan etkilerin %23'ü şiddetli olarak tanımlanmaktadır. Bu hastalardan bazılarının yan etkilerin tedavisi için hastaneye yatırılması gerekmiştir. Tıpkı kendiliğinden oluşan düşüklerde olduğu gibi mifepriston kullanımı ile gerçekleşen düşük de ağrılı bir olaydır.

Mifepriston kullanımına bağlı ölüm olguları bildirilmekle birlikte kontraendike olmayan hastalarda kullanıldığında yönteme bağlı ölüm oranı 200.000'de birdir. Bu oran kürtaj ile karşılaştırılabilecek düzeydedir. Ölümlerin ana nedeni aşırı miktarda kanama ve içeride parça kalması nedeni ile olan enfeksiyonlardır.

Dünya Sağlık Örgütünün araştırmasına göre RU486 kullanımı sonrası tam olmayan düşük gerçekleşmesi durumunda %30 olguda pelvik enfeksiyon ortaya çıkmaktadır. Bunun temel nedenlerinden birisi de ilacın bağışılık sistemini baskılayıcı özelliğidir.

Hastaların %9'unda kanama 30 günden uzun sürmektedir. %7 hastadada kanamayı kesmek için tıbbi tedavi uygulanması gerekirken daha az olguda kan nakli gerekli olmaktadır. Yaklaşık %8 hastada kan hemoglobin değeri %20 oranında düşmektedir.

Öte yandan düşüğü tamamlamak üzere verilen prostoglandin hapının üretici firması ilaç prospektusünde bu ilacin düşük yapmak için kullanılmaması gerektiğini belirten bir ibare bulundurmaktadır. Firma 23 Ağustos 2003 tarihinde tüm sağlık çalışanlarına gönderdiği bir mektupta söyle demektedir: "İlacın hamile kadınlarda üretim amacı dışında kullanımına bağlı olarak anne ve bebek ölümleri, cerrahi onarım gerektiren rahim delinmeleri ve yırtılmaları, histerektomi (rahimin alınması), salpingo-ooferektomi (tüp ve yumurtalıkların alınması), amniyon sıvı embolisi, aşırı vajinal kanama, içeride parça kalması, şok ve kasık ağrısı da dahil olmak üzere ciddi yan etkiler görülebilir. Firma ilacın ülser tedavisi dışında hamile kadınlarda düşük yaptırmak amacıyla kullanımını şiddetle onaylamamaktadır."

KİMLER KULLANAMAZ?
Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi (FDA) aşağıdaki durumların varlığında RU-486'nın kullanımını kesinlikle sakıncalı bulmaktadır:

7 haftadan büyük gebelikler
Sprial varlığı
Dış gebelik varlığı
Böbrek üstü bezi ile ilgili patolojilerin varlığı
Kanı sulandıran ilaçların kullanımı
Kanama sorunu olması
Steroid kullanımı
İlaç kullanımını takiben 2. ve 3. aşamalarda kontrole gelme olanağının olmaması
Acil müdahale edilebilecek olanakların olmaması
Kullanılan ilaçlara karşı bilinen bir alerji olması
Öte yandan aşağıdaki durumların varlığında da risklerin yüksek olması nedeni ile mifepriston kullanılması önerilmez.

18 yaşından küçük olmak
35 yaşından büyük olmak
Sigara içiyor olmak
Astım hastalığı
Glokom hastalığı
Kalp kapakçık hastalığı
Tansiyon düşüklüğü
Orak hücreli anemi
Karaciğer, akciğer ve böbrek hastalığı
Damar tıkanıklığı
Şeker hastalığı
Kalp hastalığı
Yüksek tansiyon
Anemi
Pelvik iltihabi hastalık varlığı
MİFEPRİSTON İLE DÜŞÜK GÜVENLİ MİDİR?
Tüm bu olası yan etkilerine ve pekçok kadında kullanımının sakıncalı olmasına rağmen uygun kişilerde ve kurallarına uygun şekilde kullanılığında mifepriston ile istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması güvenli bir yöntem olarak kabul edilmektedir.

UZUN DÖNEM ETKİLERİ NELERDİR?
1982 yılından beri yapılan klinik çalışmalarda mifepristona ait uzun dönemde olumsuz sayılabilecek bir etki saptanamamıştır. Ancak süre son derece kısa bir süredir ve uzun dönemde kesin olarak zararsızdır diyebilmek için daha fazla çalışmaya ve veriye gerek vardır.

DÜŞÜK HAPININ AVANTAJLARI NELERDİR?

Cerrahi bir işlem gerektirmez
Genel anesteziye ait riskleri taşımaz.
Kürtaja ait komplikasyon risklerini taşımaz
Gelişmekte olan ülkelerde uygun şartlarada yapılmayan kürtajlara bağlı ölüm ve komplikasyon riskini azaltır
DÜŞÜK HAPININ DEZAVANTAJLARI NELERDİR?

Her kadın için uygun bir yöntem değildir. Gerçekte pek çok kadın bu ilacın kullanımı açısından kontraendikasyon grubuna girer
İstenmeyen etkiler daha fazladır
Normalde 10-15 dakika süren kürtaja göre genelde çok uzun zaman alır (yaklaşık 14 gün).
Hastanın belirli aralıklarla doktora gitmesini gerektirir.
Nispeten yeni bir yöntem olduğu için uzun dönem etkileri tam açık değildir.
Hastaların yaklaşık %10'unda başarısız olduğu için yine bir kürtaj gerekir.
İçeride parça kalma olasılığı kürtaja göre daha fazladır.
DÜŞÜK HAPI YAYGIN OLARAK KULLANILIYOR MU?
Düşük hapı olarak tanımlanan mifepriston kullanıma girdiği zamanlarda doğum kontrol hapından beri yapılan en önemli buluş olarak lanse edilmişti ve klasik kürtaja son vereceği öngörülmüştü. Oysa aradan geçen 20 yıla yakın sürede bu öngörü gerçekleşemedi. Avrupada 600.000, Çin'de 2.000.000'dan fazla kadın istemedikleri hamileliklerini bu yöntemle sonlandırmalarına karşın hala daha kürtaj eski önemini koruyor. Amerika Birleşik Devletlerinde ilacın kulllanıma girmesinin birinci yıldönümünde yapılan bir araştırmada jinekologların kürtaj isteyen hastaların sadece %6-12'sine bu yöntemi teklif ettikleri, kadınların ise sadece %3.5-4'ünün kendilerine önerilen yönteme onay verdiği ortaya çıktı.

Doktorların hapa sıcak bakmamalarının başta gelen nedeni hala daha yöntemin güvenilirliği hakkında duydukları endişe. Öte yandan sigorta sisteminin doktor hatalarında verdiği yüksek cezalardan duyulan korku da işin bir başka yönü. Düşüğün kürtaja göre çok daha uzun sürmesi ve daha yakın ve sık takip gerektirmesi de jinekologların mifepristona sempati duymamalarının bir diğer nedeni. Tedavi sırasında görülen az sayıda ölüm vakası nedeni ile üreten firmaların doktorlara gönderdiği ilaçların güvenli olduğu ancak çok dikkatli kullanılması gerektiği şeklindeki uyarı mektupları da jineklogların endişelerini arttıran bir başka faktör.

Kadınlar açısından bakıldında ise zaten psiklojik yönden travma yaratabilen gebeliği sonlandırma işleminin çok uzun ve zahmetli olması yöntemin bu kadar düşük oranda tercih edilmesinde en önemli etken. Bir başka önemli etken de tedavinin maliyeti. Kürtajın ortalama 300-400 dolara mal olduğu A.B.D.'de pekçok klinik ve doktor hap ile kürtaj için yaklaşık 100 dolarlık ek fatura çıkartıyor. Bazı merkezler ise kürtaj ile düşük hapı tedavisi arasında 2 kata ulaşan fiyat politikaları uyguluyor. Bu farkın nedeni daha fazla takip gerektirmesi ve malpraktis nedeni tazminat ödeme riskinin kürtaja göre daha yüksek oluşu.

ÜLKEMİZDE DURUM?
Türkiye'de şu anda mifepriston satışta değil. Üretici firmanın Türkiye'de de bu ilacı pazarlamak üzere Sağlık Bakanlığına ruhsat başvurusu yapıp yapmadığı konusunda ise bir bilgim yok. Kısacası bugün için ülkemizde istemedikleri bir hamileliği sonlandırmak isteyen kadınlar için tek yöntem kürtaj. Ülkemizde kürtaj son adet tarihinden itibaren 10. haftaya kadar serbest. Bu haftadan sonra ise ancak bebekte bir anomali saptandığında ya da hamileliğin devamının anne adayının hayatını tehlikeye soktuğu durumarda birden fazla doktorun kararı ile yapılabiliyor.



KAYNAKLAR

World Health Organization, "Pregnancy Termination with Mifepristone and Gemeprost: A Multicenter Comparison Between Repeated Doses and a Single Dose of Mifepristone," Fertility and Sterility, 56:1, 1990, at 40.
A. Davis et al., "Bleeding Patterns After Early Abortion with Mifepristone and Misoprostol or Manual Vacuum Aspiration," Journal of the American Medical Women's Assn., Supplement 2000, 141, at 143.
Spitz IM, Bardin CW, Benton L, Robbins A. Early pregnancy termination with mifepristone and misoprostol in the United States. N Engl J Med. 1998 Apr 30;338(18):1241-7.
Letter from Michael Cullen, MD, Searle's U.S. Medical Director, dated August 23, 2000
Bu yazı Dr.Alper MUMCU dan www.mumcu.com alınmıştır
Kardiyomyopati

Kardiyomyopati, kalp kasının hastalığıdır. Bunlar tansiyon yüksekliğine, kalp kapakçık bozukluklarına bağlı değildir.
Sınıflandırma yapısal ve işlevsel değişikliklere göre yapılır.Gruplar arasında kesin ayrım zor olmakla beraber belli başlı 4 tipi vardır :
Hipertrofik kardiyomyopati
Dilate kardiyomyopati
Restriktif kardiyomyopati
Aritmojenik sağ ventriküler kardiyomyopati
Kardiyomyopatilerde genellikle kalp kasının bozukluğu, sol karıncığın (ventrikülün) şeklini ve işlevini etkiler.Sadece aritmojenik sağ ventriküler kardiyomyopatide sağ karıncık(ventrikül) etkilenmiştir.
Hipertrofik kardiyomyopatilerin yarıdan fazlası; dilatekardiyomyopatilerin 1/4 ü ailevidir.
Hipertrofik kardiyomyopatiler de EKO da sol ventrikülün bir kısmını veya tamamını ilgilendiren kalınlaşma görülür. EKG de bu hastalığa ait özel belirtiler vardır.
Dilate kardiyomyopatilerde EKO da sol ventrikülde genişleme ve sol ventrikül fonksiyonunda (ejeksiyon fraksiyonu) azalma görülür.
Hipertrofik Kardiyomyopati :

Nadiren doğumdan hemen sonra tesbit edilir.
10 yaş ile ergenlik arasında daha sık saptanır.
Hastanın gelişmesi yavaştır.
Giderek kalp kası hücrelerinin yerini bağ dokusu alır.Bu da sistolik fonksiyonu (kalbin kan pompalaması) bozar.
Hastalar nefes darlığı, göğüs ağrısı veya bayılmalardan yakınır.
Gelişme çağında ve genç yetişkin çağda ani ölüme neden olabilen bir hastalıktır.
Dilate Kardiyomiyopati:

Genişlemiş ve hareketi azalmış sol karıncık(ventrikül) ile karakterizedir.
Genellikle sebebi belli değildir.
Sıklıkla orta yaşlarda ,erkeklerde görülür.
Kalp kasının enfeksiyon ve toksik etkilere karşı genetik yatkınlığının olması hastalığın aileden gelme bir hastalık olduğunu düşündürür.
Alkolik kardiyomiyopatilerde alkol bırakılınca iyileşme görülür.
% 75- 80 vakada kalp yetmezliği ile kendini gösterir.
Fizik muayenede sol karıncık(sol ventrikül) büyümesi, aritmiler saptanır.Sol karıncık ile sol kulakçık arasındaki kalp kapakçığı(mitral)na ait üfürüm ve akciğer tabanlarında sıvı birikmesine bağlı anormal solunum sesleri (bazal krepitasyon) duyulur.
EKGde yalnız sinüs takikardisi , ventriküller arası iletim gecikmesi, sol dal bloku veya ST ve T dalgalarında özel olmayan değişiklikler ;
Akciğer filminde akciğer toplar damarlarında dolgunluk ve kalp genişlemesi görülür.
EKO da sol ventrikül genişlemesi, sol karıncıkta pıhtı vardır.
Sebebi bulabilmek için Koroner anjiografi(kalp damarlarının grafisi), otoimmün ve biokimyasal araştırma yapılmalıdır. Kalp kası biopsisi ile esas etken ortaya koyulur. Akut kalp kası iltihabını göstermenin en iyi yolu biopsidir.
Tedavide digoxin, diüretik (idrar söktürücüler) ve ACE inhibitörleri temel ilaçlardır. Digoxinin ölüm oranını azaltıcı etkisi yoktur ama tekrarlayan kalp yetmezliğini engelleyerek hastaneye yatışları azaltır. Kalp odacıklarındaki pıhtılaşmanın diğer organlarda damar tıkanmalarına sebeb olmasını önlemek için pıhtılaşmayı geciktirici ilaçlar kullanılır. Beta blokerler kullanılacaksa tedaviye düşük dozlarda başlamak gerekir. Özellikle Carvedilol bu grup ilaçlar içinde en yararlı olanıdır. Ventriküler aritmiler sıktır. Ciddi ventriküler aritmiler nedeniyle hayati tehlike geçiren ve acil müdahale ile hayata döndürülen hastalarda kalp içi elektroşok cihazı (ICD) uygulanmalıdır. Ventriküler fibrilasyondan başka kullanılan aritmiyi durdurucu ilaçlara bağlı olarak da bloklar ve kalp durması görülebilir.
Hastalarda kan potasyum ve magnezyum seviyelerinin normal olmasına dikkat edilmelidir
Kalp nakli düşünülen hastalar arasında dilate kardiyomiyopati vakaları önemli yer tutar. Sonuçlar başarılıdır. 5 yıllık başarı oranı %70 dir.En önemli sorun organ bağışının az olmasıdır. Bu nedenle iskelet kasıyla kalbin sarılması şeklinde yapılan kardiyomyoplasti ameliyatları da uygulanmaktadır. Yapay kalp çalışmaları da gelişmektedir.
Restriktif Kardiyomiyopati :


Bu hastalıkta kasların gevşeme yeteneğinin azalması nedeniyle kalbin dolma fonksiyonu bozulmuştur.
Amiloidosis, makroglobulinemi ve myeloma gibi hastalıklar bu kalp hastalığına sebep olur.
Hastaların tansiyonu düşüktür.
EKG ve EKO da bu hastalığa özel belirtiler vardır.
Hastalığın sonucu kötüdür.
Tanıdan bir yıl sonra hastalar kaybedilir.
Çabuk ilerleyen myelomalar dışında kalp nakli tek çaredir.
Aritmojenik Sağ Ventriküler Kardiyomiyopati :


Ailevidir,ilerleyicidir,sıklıkla genç erkeklerde görülür.
Sağ ventrikülün bağ dokusu ile işgal edilmesine bağlıdır.
Sağ ventrikül kökenli ciddi aritmiler veya takikardiler görülür.
Zorlu egzersizler sonucu gençlerde görülen ani ölüm nedenlerinin belli başlılarındandır.
Atrial septal defekt ASD çocukta
Kalpteki kulakçıkların arasındaki duvarda açıklık olmasına verilen addır (Şekil 1). Bu yüzden temiz kanın bir kısmı sağ kalbe geçiş yapar. Bu olay yıllar içinde akciğere giden kanın artmasına bağlı olarak akciğer damarlarında ve kalp kasında hasara sebep olabilir.

Tanı Nasıl Konulabilir ?

Genellikle uzun yıllar hiçbir belirti vermez. Hatta doktora ve hastaneye pek gitmemiş kişilerde tanının 30-40 yaşına kadar konulamadığı durumlar vardır. Bu tip hastalarda, ancak tesadüfen başka bir nedenle doktora gidildiğinde, dikkatli bir muayene sırasında kalpte üfürümün ve bazı ek seslerin duyulması ile kuşkulanılır. Kesin tanı çocuk kardiyoloji uzmanınca yapılan muayene ve ekokardiyografi ile konur.

Tedavide ne yapılabilir ?

Defektin büyüklüğü ve akciğer atardamarının basıncı cerrahi tedavinin zamanını belirler. Kendiliğinden kapanmayan, akciğer atardamarında basınç yükselmesi tehlikesi olan açıklıklar genellikle 4-6 yaşlarında, yani çocuk okula başlamadan cerrahi olarak kapatılır. Ameliyat sırasında ve sonrasında genellikle problem oluşmaz. Göğüsün orta kısmında ameliyata ait bir iz kalır. Bazı hastalarda açıklığı kateterle kapatma da uygulanmaktadır. Bu her hastaya uygulanamamakta, ancak bazı ölçümler uygun ise yapılabilmektedir.

İleriye dönük yapılması gerekenler :

Ameliyat, sünnet, diş çekimi ve dolgusu gibi bazı girişimler öncesinde endokardite (kalbin iç tabakasının iltihabı) karşı koruyucu tedaviye ihtiyaç gösterirler. Hastaların beklenmedik komplikasyonlardan korunabilmeleri için yaklaşık 1 yıllık aralıklarla doktor kontrolunde olmaları gerekir. Bu ameliyat olmuş hastalar için de 3-4 yıl süreyle geçerlidir.

DERİ: CİLT KANSERLERİ
Deri kanseri sıklığında son yıllarda artış olmuştur. Bunda en önemli rolü ultraviyole oynar. Işın, ısı, travmaya maruz kalmak; arsenik, katran, kurum, madeni yağlar,parafin ile uzun süreli temaslar deri kanseri sıklığını arttırır.Karsinojen maddelerle çalışan endüstri işçilerinde bu tip kanserler gelişir.İyileşmeyen yaralar,cilt hastalıkları,eski yanık sahalarında da kanser gelişme riski vardır.Açık tenli, sarışın ve kızıllarda cilt kanseri sıklığı koyu tenlilere oranla çok daha fazla görülür. Cilt kanserlerine öncülük eden çeşitli lezyonlar da olabilir.Bunların erken tespit edilip tedavisinin yapılması cilt kanseri sıklığını azaltır. Çeşitli bölgelerdeki iyileşmeyen yaralar öncü lezyonlardan olabilir.Vücutta eskiden beri var olan benlerde büyüme, küçülme, kanama, kaşıntı, kabuklanma gibi şikayetler hekime başvurulmasını gerektirir. Yaşla birlikte deri kanseri sıklığı artar.

Deri kanserlerinin en sık görülen üç tipi vardır:
1. Bazal hücreli kanser
2. Epidermoid kanser
3. Malign melanom

Bazal hücreli kanser % 85 baş boyun bölgesinde görülür.Genelde yüzeyden hafifçe kabarık, üstü kabuklu, pullu, parlak, üzerinde küçük damarcıklar bulunan olmak üzere çeşitli görünümlerde olurlar.Cilt kanserlerinin en yavaş ilerleyeni ve başka uzak organlara en az yayılanıdır. Genelde erken tanı konur, çok nadiren tekrarlar ve tedavisinde başta cerrahi olmak üzere kriyoterapi, küretaj, radyasyon, laser, topikal 5 -FU kullanılır.

Epidermoid kanser 2. en yaygın görülen cilt kanseridir. Cildin en üst tabakasındaki atipik epidermal keratinositlerden gelişir. Nadiren normal ciltte meydana gelebilmekle birlikte, genellikle güneşten hasar görmüş ciltte yada aktinik keratoz gibi öncü lezyonlardan gelişir. Virüsler, eski yanık alanları,iyileşmeyen yaralar , çeşitli cilt hastalıkları zemininde de gelişir. Çeşitli sekillerde olabilirler. İleri dönemlerde genelde kötü kokuludurlar.Oldukça hızlı büyür, derin ve uzak dokulara doğru hızlı ilerler. Tedavileri öncelikle cerrahidir. Kanserin bulunduğu döneme göre ek tedavi prosedürleri uygulanır.

Malign melanom deriye rengini veren pigmenti üreten, melanosit adı verilen hücreden gelişir.En öldürücü cilt kanseri tipidir.Güneşe maruz kalan bölgelerde özellikle sık görülür.(Kadınlarda bacaklar, erkeklerde gövdede…) Çeşitli renklerde (kırmızı, beyaz, mavi veya karışık renkli), düzensiz sınırlı(köşeli, çentikli vs.) ve düzensiz yüzeyli olabilirler. Hastalar lezyonlardaki kaşıntı, kanama, ülserasyon, boyut ve rengindeki değişikliklerden dolayı hekime başvururlar. Eskiden vücutta var olan benlerden gelişebileceği gibi sonradan oluşan benlerin zemininden daha çok gelişirler. Erken tanı son derece önemlidir.Cerrahi tedaviye ek olarak çeşitli ilaçlar da kullanılır.

KAYNAK: www.haydarpasanumune.gov.tr



Deri kanserleri gözle görülebilen bölgelerde ortaya çıktığından genellikle erken devrede tanı konabilmekte ve tedavide başarı oranı bu nedenle yüksek olmaktadır. Yüzünüzde, ellerinizde ya da vücudunuzda bir aydan daha uzun süre iyileşmeyen kapanmayan yara, fark ederseniz zaman geçirmeden doktorunuza başvurunuz. Şüpheli yaralardan ufak bir parça alınarak yapılacak olan patolojik inceleme ile yaranın kanser olup olmadığı belirlenecektir. Ayrıca bu yolla ne tip bir yara ise buna göre uygun tedaviye karar verilecektir.

Dudak, yüzün alt bölümü veya kulak kepçesi derisinde iyileşmeyen bir yara fark ederseniz şüphelenmeniz gerekir. Deri kanserleri arasında klinik olarak en az zararlı olanı "bazal hücreli" olan tiptir. Genellikle seneler sürebilen yavaş bir gelişim gösterir. Krater şeklinde ortası çukur bir yara etrafa doğru yavaş yavaş genişler. Daha hızlı olarak aylar içinde gelişen deri kanseri ise "yassı hücreli" tiptir. Klinik olarak daha kötü huylu olup yine zamanında ve çok yayılmadan teşhis konduğunda tamamen tedavisi mümkündür. Daha da kötü prognoza sahip olan kanser olan "Malign melanom" hastalığında, deride daha önce mevcut olan veya sonradan çıkan bir leke (ben) koyu siyah veya koyu mor renk değişikliğine neden olur; bazen de ortadaki bir lekenin etrafında daha küçük lekeler görülür. Bunun dışında leke üzerinde kanama veya renk değişmesi olabilir.

Baş veya boyun derisinde özellikle büyüklüğü artan siyah veya koyu mor renkli bir leke fark ederseniz muayene olmanız gerekir. Önceden mevcut olan bir nevüste (ben) huy değişimi, renk değişimi, çapında hızlı artış, üzerinde kanama, kabuklanma, tüylenme veya tüylerin dökülmesi, etrafında uydu yeni lezyonların oluşması durumunda mutlaka doktora başvurunuz. Deri kanserleri genellikle güneş ışınlarının vücuda dik açıyla geldiği bölgelerde ve güneş ışınına uzun süre ve sürekli maruz kalanlarda daha çok görülür ve bu etki yıllar içinde birikim gösterir ve olasılık giderek artar (bazal hücreli ve yassı hücreli tipler). Malign melanoma ise çoğunlukla güneşten uzak kapalı odada uzun süreli çalışıp daha sonra birden örneğin yaz tatilinde kısa süreli fakat çok şiddetli güneş ışınına maruz kalanlarda görülebilir.

Atmosferdeki ozon tabakasının günümüzde kullanılan bazı maddelerin oluşturduğu çevre kirliliğine bağlı olarak tahrip olması sonucunda güneş ışınlarının zararlı etkisi giderek artmaktadır. Bu nedenle güneş ışınlarından korunmak, özellikle bu etkinin çok arttığı saatlerde güneşe çıkmamak (saat 10-16 arası) ya da güneş ışınından koruyucu kremler kullanılması, geniş gölgelikli şapkalar giyilmesi önerilmektedir. Deri yüzeyinde oluşabilecek yaraların erken devrede tedavisi çok daha kolay ve başarı oranı daha yüksektir.

Deri kanserlerinin sık görüldüğü bir bölge de alt dudaktır. Özellikle erkeklerde daha sık görülmekte ve zaman kaybedildiğinde yara genişlemekte tüm dudağı tutabilmekte, hatta buradan boyun bezelerine (lenf bezi) ve diğer organlara (akciğer, kemik) yayılabilmektedir. Yine erken devrede tanı konduğunda tamamen tedavisi mümkündür.

Deri kanserlerinde birinci tedavi seçeneği cerrahi tedavi yani kanserli kısmın yeteri kadar dışından çıkarılması ve oluşan doku eksikliğinin hastanın başka bölgesinden aktarılan kendi dokuları ile onarılmasıdır. Kanser cerrahisinde birinci amaç tüm kanserli kısımların çıkarılmasıdır. Eğer cerrahi olarak çıkarılabilmesi mümkün olmayacak kadar genişlemiş ya da kontrol edilemeyecek şekilde diğer bölgelere ya da organlara yayılım olmuşsa radyoterapi (ışın tedavisi) ve kemoterapi (ilaç tedavisi) gibi diğer yöntemlere başvurulur.

BEL AĞRISI
Bel ağrısı günümüz toplumunun %60-85 inde hayatın her hangi bir döneminde görülebilen, sebebleri çok çeşitli olan bir sendromdur. Özellikle mekanik bel ağrılarında tedavi maliyetlerinin yüksek olmasının yanında, ağrının kronikleşmesinin hasta üzerindeki olumsuz etkileri çok önemlidir.
Bel ağrıları yaygın sanılanın aksine, kaçınılmaz olan yaşlanmanın sonucu değildir. Tüm organlar gibi omurganın aşınıp yıpranması da fizyolojik bir olaydır. Omurganın zamanla esnekliği yitirerek sertleşmesi, gittikçe zayıflayan kaslara karşı ek dayanıklılık sağlayan bir denge unsurudur.

Bel ağrısı bütün yaşlarda görülebilir. Hatta 15 yaşında dahi ameliyat olan hastamız mevcuttur. Kronik hastalık tedavisi açısından kalp hastalıklarından sonra 2. sıradadır. Bel ağrısının önemi özellikle sanayi kesiminde ve çalışan toplumda ortaya çıkmaktadır. Ağrı nedeniyle iş günü ve iş gücü kaybı yüklü bir yekün tutmaktadır.

Bel ağrısı olan hastaların % 70-80'i ilk akut ataktan sonra her hangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmektedirler. % 20-30 unda ise 2. - 3. tekrar olabilmektedir. Burada önemli olan bu tekrarların gelmesini önlemektir. Çünkü tekrarlarla ağrı kronikleşir ve hasta bel ağrısı nedeniyle hiç iş yapamaz hale gelir. Bunu önlemek de belin eğitimi ile olur. Kişinin belini tanıması, belin hangi hareketle ne kadar zorlanacağını bilmesi, bel ağrısına yol açan risk faktörlerini, egzersizlerin ağrıda nasıl korunabileceğini öğrenmesi gereklidir.

Bel ağrısının oluşumunda, omurgadaki yıllara bağlı aşınıp yıpranma yanısıra, omurganın uygun olmayan duruşu (kötü postür) ve beli zorlayan bedensel hareketler sorumludur. Bunun için günlük yaşantıda ve mesleki çalışmalarda doğal olmayan bedensel davranışların neler olduğu tanımlayıp, doğrusunu öğrenip omurganın aşırı zorlanmasını önlemek gerekir. BELMER ‘de bel ağrılarını yok edebilme ve önleme yolları size öğretilerek az ağrıyla yada hiç ağrısız yaşam için pratik öğütler verilecektir. Bel koruma prensipleri, yalnız akut ağrılı dönemde değil, tüm yaşam boyunca gereklidir. Üstelik bunlar, hiç de zor olmayan doğal davranışlardır..



Bel Ağrısının Sebebleri Nelerdir ?




Bel ağrısının pek çok sebebi vardır. Bizim en sık rastladığımız mekanik bel ağrısıdır. Bundan başka tümör, infeksiyon, inflamatuar romatizmal hastalıklar, kireçlenmeler, bel fıtığı dediğimiz “disk kayması”, doğuştan olan kemik anomalileri ve bel kaymaları (spondilolistezis), bel ağrısı sebebidir.

Bel Ağrısında Ne Zaman Doktora Başvurulmalıdır ?


Sık sık tekrar eden ve istirahatle geçmeyen, şiddeti gittikçe artan bel ağrılarında, bel ağrısı ile birlikte bacakta ağrı, uyuşma vs. varsa mutlaka doktora başvurulmalı ve hastalığın teşhisi konmalıdır.

Bel Ağrısında Risk Faktörleri Nelerdir ?


Meslekle ilgili olan faktörler:

Ağır fiziksel aktivite ve ağır kaldırma gerektiren meslekler. (Ör: İnşaatlarda çalışanlar)
Devamlı öne eğilme, eğilerek dönme gerektiren meslekler.
Araba, otobüs, kamyon, kullanma gibi vücudu sürekli vibrasyona maruz bırakan meslekler.
Uzun süre ayakta durma veya oturma gerektiren meslekler.
Bütün bu saydığımız durumda çalışmak zorunda olan kişilerde bel ağrısı ve bel fıtığı görülme riski artmaktadır.

Sportif aktivitelerle ilgili risk faktörleri:

Futbol, halter, kürek ve güreş sporlarıyla uğraşan kişilerde bel ağrısı sıklığı artmaktadır.

Kişisel risk faktörleri:

Yaş: Bel ağrısı bütün yaş gruplarında görülmekte beraber yaşın ilerlemesi ile birlikte görülme sıklığı artmaktadır. Bunda da en önemli etken omurganın dejenerasyonudur. Postür bozuklukları, karın ve sırt kaslarında güç azalması yine önemli risk faktörüdür.

Psikolojik risk faktörleri

İşinden memnun olmama, işini sevmeme veya takdir edilmeme,aile içi sorunlar gibi durumlar bel ağrısında risk faktörleri arasında sayılmaktadır.




Omurganın Yapısı ve İşlevi

Omurga vücut hareketlerinin eksenini oluşturur, gövdeye destek verir ve omuriliği korur. Boyunda ve belde açıklığı arkaya, sırtta ise açıklığı öne bakan normal eğrilikler vardır. Bunlar vücudun dengesi yönünden önemlidir.

Omurganın hareket birimi, üst üste duran iki omur gövdesiyle, bunların arasındaki etrafı liflerle çevrili, ortası katı jel kıvamındaki disk, omurga eklemleri ve bu eklemlerin kapsüllerinden oluşan bölümdür. Kaslar ve bağlar omurların değişik yerlerine tutunur. Omurga, omurga kasları yardımıyla dik durur ve hareket eder. Bağlar ve eklem kapsülleri de ek destek verir.

Duruşları normal olmayan ve egzersiz yapmayan insanlarda, eklem kapsülleriyle bağlar aşırı gerilir ve gevşer. Omurga eklemleri üzerine binen yük artar. Doğal duruşları bozulur. Sonuç; ağrı ve erken dönemde yıpranmadır.

Özellikle beldeki eğriliğin artması ve belin çukurlaşması, eklem yüzeylerinin birbirine yaklaşmasına ve birbiri üzerinde kaymasına sebeb olur. Bu da eklem kapsülünü gerer ve belde sık görülen ağrılara sebeb olur.

Bel bölgesi, 5 bel omurundan oluşur. Bu omurların arasında 5 adet disk vardır ve omurganın en geniş yüzeye sahip diskleridirler. Bu disklerin görevi yük taşımak ve omuriliği korumaktır. Disk üzerine gelen kuvvet postür (duruş) ile yakından ilişkili olup, sırtüstü yatar durumda 25 kg iken, eğik oturur pozisyonda 250 kg'a kadar çıkmaktadır



Bel Eğitiminde Neler Yapılabilir?


Vücut postürünün düzeltilmesi.
(Postür, insanın duruş biçimidir)

Belin fonksiyonunu sağlıyan tüm kaslarda yeterli gücün yeniden elde edilmesi.

Günlük yaşam aktivitelerinde uygun postürün ve bunu devamlı korunmasının öğrenilmesi.

Günlük yaşam aktivitelerinde beli zorlamadan eğilme, kaldırma, itme, çekme, dönme ve oturma hareketlerinin nasıl yapılacağının öğrenilmesi.

Bel ağrısına katkıda bulunan bütün psikososyal, mesleki ve kişisel emosyonel faktörlerin araştırılması ve ortadan kaldırılması gereklidir.



Bel Ağrısında Egzersizin Önemi Nedir ?


Egzersizler bel ağrısında tedavinin önemli bir parçasıdır. Egzersizin etkilerini şu şekilde sıralayabiliriz:

Gevşemeyi sağlamak,

Ağrıyı azaltmak, spazmı çözmek.

Zayıf kasları güçlendirmek.

Spinal dokularda (belde) mekanik yüklenmeyi azaltmak.

Vücudun genel fiziksel uyumunu artırarak olası zorlanmaları önlemek.

Postürü düzeltmek.

Omurganın mobilitesini artırmak.

Denge ve koordinasyonu artırmak.

Orta hızla tekrarlanan hareketler spesifik dokuların, özellikle disklerin beslenmesini artırır.

Kısa sürede işe dönüşü sağlar.

Ayrıca egzersizler sıkıntı ve depresyonu azaltarak, kişide bir gevşeme ve rahatlama sağlamaktadır.



Bel Sağlığı Eğitiminde Ne Gibi Kurallara Dikkat Edilmelidir ?


Bel ağrısından yakınan kişilere bel eğitimi için bazı önerilerde bulunabiliriz.

Hareketsiz kalmayın. Yetersiz hareket, vücuttaki doku ve organların gereği gibi beslenmesini düzenleyen, yaşam için önemli metobolizma olaylarını olumsuz yönde etkiler. Yeteri kadar hareket etmeyen organizmada, belli vücut bölgelerinin beslenmesi aksar ve metabolizma artıklarının vücut dışına atılması azalır. Yetersiz hareketin en önemli olumsuz sonucu, kas ve kemiklerin zayıf kalmasıdır.

Hareketli olmak, tüm vücut fonksiyonlarını canlı tuttuğu gibi, aşınma, yıpranma ve kuvvet yitirilmesini de önler. Tüm eklemler gibi, omurga disklerinin beslenmesi de emme-basma tulumba mekanizmalarıyla gerçekleşir. Bu yüzden sürekli oturmak veya ayakta durmak bel hastası için sakıncalıdır. Vücut pozisyonunun sık sık değiştirilmesi, omurganın kemik yapısının ve disklerin daha iyi beslenmesini sağlar, dolayısıyla vaktinden önce aşınıp yıpranmasını önler.

Bel ve sırtınızı dik tutun. Omurga için en rahat ve uygun olanı bel ve sırtın düz durduğu pozisyondur. Güçlü bel ve karın kasları, belin düz durmasını kolaylaştırır. Bu nedenle de düzenli egzersiz gereklidir.

Kötü duruş sırtta kamburluğu, belde de iç çöküklüğü artırır. Erken dönemde kalıcı kambur oluşur.

Yerden bir şey alırken öne doğru eğilmeyin, çömelin. Omurganın en çok zorlandığı pozisyonlardan biri, gergin dizlerle öne eğilip yerden bir şey almaktır. En iyisi çömelmektir. Bu durumda omurga düz duracağı için çok daha az zorlanır.

Sizin için ağır cisimleri kaldırmayın. Ağır kaldırmak, belin alt bölgesindeki diskleri zorlar. Sık sık bel ağrısından yakınanlar, kesinlikle ağır yük taşımamalıdır. Eğer ağır bir yük taşıma zorunluluğu varsa, eldeki eşya olabildiğince vücuda yaklaştırılarak, hatta dayanarak götürülmelidir.

Taşıdığınız ağırlıkları ikiye bölün ve vücudunuza yakın tutun. Bu şekilde omurgaya binen yük eşit dağılacağı için diskler tek yönlü zorlanmayacaktır.

Otururken belinizi düz tutun ve sırtınızı bir yere dayayın.
Zamanın çoğunu oturarak geçiren insanlar, sürekli masa başında çalışanlar, sürekli araba kullanmak zorunda olanlar için bu önemli. Sürekli masa başında oturmak zorunda olanlar, ayakların altına küçük bir yükselti veya iskemle koysunlar ve kolları da koltuğun yanlarına dayasınlar. Otururken de sık sık pozisyon değiştirsinler.

Ayakta dikilirken dizleri gergin tutmayın. Yüksek topuklu ayakkabılar da beli çukurlaştıracağı için omurgayı zorlar. Topukları ve tabanları yumuşak ve alçak topuklu ayakkabı giyilmelidir.

Yatarken bacaklar gergin olmasın. Sırtüstü yatarken dizlerin altına konacak küçük bir silindir yastığın büyük yardımı dokunur. Yan yatarken de dizlerin arasına yastık konmalı. Yüzüstü yatış bel ağrısı olanlar için uygun bir pozisyon değildir.

Spor yapın, imkanı olanlar için yüzme bel ağrısında yapılabilecek en ideal spordur. (serbest, sırtüstü) Ayrıca hızlı tempolu yürüyüş yapılabilir ve bisiklete binilebilir.
Omurga kaslarını düzenli çalıştırın. Bu da düzenli egzersizle olur. Bu egzersizler hiçbir zaman zorlanarak ve sert yapılmamalıdır.



Aniden Ortaya Çıkan Bel Ağrısında Ne Yapılmalı ?


Bir ağır kaldırma, ani hareket veya ani bir öksürme, hapşurma neticesi bir anda oluşan ve kişiyi hareketsiz bırakan bel ağrılarının önde gelen nedeni aşınmış yıpranmış disklerin kayarak omurga bağları yada sinirler üzerine baskı yapmasıdır. Bu durumda hemen sırtüstü yatıp, dizlerin, bacakların altına birkaç minder veya bir sandalye koyarak gevşemeye çalışılmalı. Bu tür ağrılarda 5-10 dakikalık buz mesajı yapılabilir. Ağrıyı ve kas spazmını azaltmada faydası olur. Akut durumda soğuk uygulama faydalıdır. Bu dönemde uygulanacak sıcak ağrıları daha da artırabilir. Sıcak tedavi, ağrılar devamlı hale gelince (kronikleşince) uygulanır.


Günlük Yaşantı İçin Öğütler:


Bel ağrısı olan kişilerin bel eğitimi kurallarını günlük yaşantıya aktarmaları çok önemlidir.

Sürekli oturmaktan yada ayakta dikilmekten kaçının. Sık sık pozisyon değiştirin.

Ev hanımları, işinize sık sık ara verin ve gevşemiş olarak dinlenin.

Ütü yaparken, üzerinde bastığınız ayağınızı sık sık değiştirin. Ayağınızın birini yüksekçe bir yere koyarsanız belinizin yükünü azaltmış olursunuz.

Bulaşık makinanızı vücudunuz dönük iken boşaltmayın. Elinizi bir yere dayayın, çömelin ve makinayı öyle boşaltın.

Bacaklarınız gerginken öne eğilmeyin. Yerden bir şey alırken dizlerinizi biraz bükün. Ağır bir şey kaldırırken de belinizi düz tutun, cismi vücudunuza mümkün olduğunca yaklaştırarak kaldırın.

Yatak ve koltuklar çok yumuşak olmamalı.
Elektrik süpürgesini kullanırken dik durun. Faraşla yerden bir şey alırken çömelin.

Omurgadaki erken aşınma ve yıpranmalar bir kez yapılan yanlış davranış değil, sık sık tekrarlanan hatalı hareketler sonucudur. Onun için yapılan hareketlere her zaman dikkat edilmelidir.

Her gün biraz spor yapmayı deneyin.



Bel Sağlığında Beslenmenin Önemi Nedir ?


Bel ağrısı olan kişilerin bel eğitimi kurallarını günlük yaşantıya aktarmaları çok önemlidir.
Bel ağrısında beslenmenin ne etkisi olabilir diye düşünülebilir. Ancak dikkat edilirse, toplumumuzda bel ağrısından yakınanların bir çoğunun az hareket ettiği, çok yemek yediği ve yediklerine de dikkat etmedikleri gözlenebilir.

Sonuç; fazla kilolar, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, damar sertliği, romatizmal hastalıklar ve eklemlerde erken dönemde aşınma ve yıpranmalar. Beslenmede temel kural, yaşam boyu normal kilonuzu koruyabilecek ölçüler içinde yemenizdir.

Gıdalarla yeterli kalsiyum alımı, D vitamini ve güneş ışığı kemik yapısı için son derece önemlidir. Bunlara dikkat edilmezse erken yaşta osteoporoz gelişebilir. Bu da yaşlılıkta bel ve sırt ağrılarının önde gelen nedenidir.


Bel Fıtığında Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon ?


Bel fıtığında fizik tedavinin amacı; dolaşımı sağlamak, beslenmesi bozulan bel bölgesindeki kas spazmını çözmek, enflamasyonu gidermek ve disklerin beslenmesini normale getirmektir. Bunun için çeşitli fizik tedavi uygulamaları yapılır.

Bunlar:
Yüzeyel sıcak: Hot pack, Enfraruj.
Derin ısıtıcılar: Ultrason, kısa dalga diatermi.
Vakum
TENS, Enterferansiyel, diadinamik akımlar
Laser
Traksiyon
Egzersizdir.


Çocukluk çağı lösemileri çocuklarda lösemi
Çocukluk çağındaki kanser vakalarının %35'ini lösemiler oluşturur ve birinci sıradadır. Lösemiler hücre cinsine göre; ALL (Akut Lenfoblastik Lösemi) ve AML (Akut Myeloblastik Lösemi) olmak üzere 2 ana gruba ayrılır. Kendi içlerinde de alt sınıflar tanımlanabilir.Türkiye'de her yıl 16 yaşın altında 1200-1500 yeni lösemili çocuk vakası bildirilmektedir.

Lösemi nedenleri henüz tam olarak aydınlatılmamıştır. Sitogenetik ve moleküler tekniklerdeki yeni gelişmelerle; genetik yatkınlıklar, radyasyon, benzen ve türevleri (bali, vs.), böcek ilaçları gibi kimyasal maddeler, bazı kalıtsal hastalıklar ve bazı viral hastalıkların hep birlikte lösemiye neden oldukları çalışmalarla gösterilmiştir. Lösemi her yaşta görülmektedir. En sık çocukluk çağında 2-5 yaşlarında artmaktadır. 1 yaşın altında, 10 yaşın üstündeki yeni vakalarda tedaviye cevap azalmaktadır.
Herhangi bir etkiyle damarlarımızda dolaşan kanın esas yapım yeri olan kemik iliğimizdeki ana hücrelerde oluşan şifre değişikliği ile blast adını verdiğimiz olgun olmayan kan hücrelerinde artış meydana gelmektedir. Bu hücreler hızla yayılarak kemik iliğini, lenf bezlerini, dalağı, karaciğeri, bey,n ve merkezi sinir sistemini tutmaktadır.

BELİRTİLERİ :

Çocuklarda lösemi hastalığının belirtileri:

İştahsızlık

Kansızlık

Zayıflama

Bacaklarda kemik ağrıları

Cilt altında kanamaları (kırmızı noktalar veya morarmalar)

Burun ve dişeti kanamaları

Ateş

ilk gözlenen bulgulardır.Ayrıca yayıldığı organlara ait belirtiler, örneğin baş ağrısı, kusma, karın ağrısı, görme bozuklukları önem taşıyabilir. Bu yakınmalarla müracaat ettikleri çocuk hematoloji (kan hastalıkları) uzmanlarınca yapılan muayenede çoğunlukla karaciğer ve dalak büyümesi, lenf bezlerinde genişleme, kanama bulguları tespit edilebilir.

Yapılan kan, kemik iliği, hücre tipini belirleme ve genetik tetkikler sonucu kesin tanı konulabilir.

Tanıdaki ayrıntılı testler genellikle lösemi tiplerini, tedavi prensiplerini belirlemede yardımcı olacaktır.

TEDAVİSİ :

Tedavi öncelikle genel durumun düzeltilmesi yöntemleri ile başlar. Bu safhada kan veya kanın içindeki özel hücrelerini donörlerden (gönüllü kan verici kişi) alınarak lösemili hastaya verilmesi, enfeksiyon mevcutsa gerekli mücadelelerin yapılması, böbreklerin, karaciğer ve kalbin kemoterapi ilaçlarının yan etkilerinden korunma önlemlerinin alınması çok önemlidir.

Ayrıca hastaların ve ailelerin hastalık hakkında bilgilendirilmesi, löseminin umutsuz değil, tersine iyi bir tedavi ve moral desteği ile lösemide %85'lere varan oranda iyileşmenin sağlandığının açıklanması tedavinin ikinci basamağıdır.

TEDAVİ ESASLARI ve İLK TEDAVİ:

Çok yüksek doz, birbirinden farklı en az 6 çeşit ilacın 4-6 hafta içerisinde damardan ve ağızdan verilmesidir. Burada amaç, blast adı verilen kötü huylu ana hücrelerin yok edilmesidir.Bu yok etme geçici bir düzelme demektir.Lösemiye neden olan ana unsur nedir?Bu bilinmediği için klasik tedavilerde amaç hastayı o anda ölümün eşiğinden n kazanmaktır.kemoterapiler bu nedenle yapılır.Lösemi vakası yerinde durur.Kemoterapilerden sonra blast hücreler sıfırlandığı zaman hasta geçici bir iyileşme "Remisyon" dönemine girer.Birkaç ay süren bu düzelmelerden sonra yapılan kan kontrollerinde tekrar blast hücrelerin çoğaldığı görülür ve tekrar kemoterapilere geçilir.Bir yıl kadar süren bu tedavilerin tekrarlanmalarından sonra zarar gören karaciğer,sindirim sistemi ve diğer organlar iflasa doğru gider ve hastaların %90 ından fazlası birkaç yıl içinde maalesef ölürler.Aşağıda belirteceğimiz kemik iliği nakli de hiç bir zaman tam bir çözüm olmamıştır.Zira löseminin ana nedeni giderilemediği ve hatta nedeni bilinemediği için kemik iliği nakli de "taşıma su ile değirmen döndürmek" gibi uzun vadeli bir çözüm olmamaktadır.

Kemoterapi uygulamaları,klasik tedavilerde tüm dünyada uygulanan tek yöntemdir.Ancak bu kemoterapi ilaçları, maalesef yalnızca kötü hücreleri etkilememekte, vücudumuzun iyi, faydalı hücrelerini de yok etmektedir. Bu nedenle, çocuklarımızın saçları dökülmekte, ağızlarında, bağırsaklarında yaralar açılmakta, halsizleşmektedirler. Yine, vücudumuzu enfeksiyonlara karşı koruyan savunma hücreleri de ilaçlarla yok edildiğinden immün sistem yıkılmakta, en ufak bir mikrop, hastalık etkeni dahi tüm vücuda yayılıp ağır ateşli enfeksiyonlara neden olmaktadır.

Bu nedenle lösemili çocuklarımız etraflarındaki insanlardan, havadan, sudan mikrop almamak ve korunmak için maske takmaktadırlar.

TEDAVİ METODLARI:

Lösemi hastalığının tedavisindeki temel prensip kemik iliğindeki ana kan hücrelerinde oluşan şifre değişikliği ile olgun olmayan blast adı verilen hücrelerin çoğalmasını durdurmak ve sonrasında normal kan elemanlarının yapılmasını sağlamaktır.

Kötü huylu blast hücreler çok hızlı çoğalırlar. Bunlar olgunluk ve çoğalma zamanlarına göre çeşitli evrelere ayrılırlar: 1) Mitoz, 2) G devresi, 3) S devresidir. Tedavideki amaç; birbirinden farklı etkilerdeki ilaçların bir program çerçevesinde uzun süre kullanılarak tüm safhalardaki blastların öldürülmesidir.

Yaklaşık 3 yıl süren tedavide 4 safha yer alır:

1- YÜKLEME TEDAVİSİ (Balyoz Harekatı):

Birbirinden farklı 5-6 çeşit ilaç damardan aynı anda verilir. Amaç kötü huylu hücrelerin 2 ay içerisinde hızla öldürülmesidir. Vücudumuzu işgal etmiş düşman kuvvetlerine karşı dost birliklerin topla, tüfekle, bombayla taarruzudur. Adeta bir Kurtuluş Savaşı başlamıştır.

2- PEKİŞTİRME TEDAVİSİ (Jet Tesiri):

Paniğe kapılan, dağılan kötü hücreler hemen kendilerini korumak, direnebilmek için zırhlara bürünmekte, gizlenmekte ve çoğalmaya çalışmaktadır. Vücudumuzun silahlı kuvvetleri ile birlikte dost güçler havadan, karadan ve denizden düşmana bombalarla saldırmaktadır. 3-4 ay süren bu tedavide çok yüksek doz birbirinden farklı tesirli ilaçlar damardan verilmektedir.

İşte bu sırda maalesef vücudumuzdaki faydalı hücreler de ölmekte, saçlar dökülmekte, ağızda yaralar çıkmaktadır.

3- ÖNLEYİCİ TEDAVİ (İstihbarat):

Kemik iliğinde yenilmiş, parçalanmış, dağılmış düşman hücrelerinin beyin ve sinir sistemi ve üreme organlarımıza yerleşerek, sinsi sinsi faaliyete geçmelerini önleyici tedavidir. Bazı durumlarda radyoterapi (ışın tedavisi) uygulanabilir. Bir nevi gizli servis işlevini üstlenirler.

4- YENİDEN ÖRGÜTLENMEYE İZİN VERMEYEN DEVAMLILIK TEDAVİSİ:

Amaç artık tamamen yok edilmiş düşman hücrelerinin vücudumuzda herhangi bir şekilde yeniden çoğalmalarını önlemektir. En son blast yok edilinceye kadar tek tek bulunup parçalanması sağlanır. Yaklaşık 2.5-3 yıl kadar devam eder.

TEKRARLAYABİLİR Mİ?

Toplam 3-3.5 yıl süren tedavi sonunda % 85'lere varan oranda tamamen iyileşme sağlanır. Tedavi sonrasında yalnızca kontrollerle izlenen çocuklarımız, tüm sağlılı kardeş ve arkadaşları gibi normal yaşantılarını sürdürürler. hepimizde olabileceği gibi hastalığı yenmiş bireylerde de löseminin yeniden görülme olasılığı az da olsa vardır. Bu durumlarda da benzer tedaviler ve/veya kemik iliği nakli uygulanabilir.

TEDAVİ PROGRAMLARI:

Kemoterapide seçilen ilaçlar ve hangi zamanlarda, ne dozlarda verilecekleri uzun süren deneyler ve uygulamalar sonrasında belirlenmektedir. Türkiye'den de birçok değerli bilim adamının katıldığı bu çalışmalar, Hematoloji dergilerinde, kongrelerde açıklanmakta ve kullanıma sunulmaktadır. Oluşturulan bilimsel kurumlarda tedavinin başarısı ya da başarısızlıkları izlenmekte ve sonuçları değerlendirilmektedir. Aksayan noktalar, ulusal ve uluslararası bilimsel kurullarda değerlendirilerek yeni ilaçlar, yeni dozlar ya da değişik metodlar uygulamaya konulmaktadır.

KEMOTERAPİ İLAÇLARI:

Lösemi teavisine özgü ilaçların tümü maalesef yurtdışından temin edilmektedir. nakliye sırasında bozulmaması, uygun koşullarda sulandırılması, ısıdan ve ışıktan korunması, istenen sürede ve hızda verilmesi ve damar dışına kaçırılmaması gibi son derece zor ve titiz çalışmaların bir arada olması gerekir.

MALİYET:

Tedavide kullanılan ilaçlar son derece pahalıdır. Bir kutusu 100 milyon lira civarındadır. Yüzlerce şişe ilaç kullanılmaktadır. Kateterleri, kitleri, serumları, kan ürünleri hesaplanacak olursa tedavi maliyeti yüz milyarlarca lirayı bulmaktadır.

LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VE AİLELERİNİN PROBLEMLERİ:

Okuldan uzak kalmak

Arkadaşları tarafından dışlanmak

Toplumun bu çocukların iyileşme şansının olmadığını düşünmesi

Maske yüzünden hastalığın bulaşıcı olduğunun düşünülmesi

Çocukların sosyal etkinliklere katılamamaları (Sinema, tiyatro, ...)

Çocukların sevdikleri yiyeceklerden uzak durma zorunluluğu

Kan bulamamak

Parasızlık

Hastanede çocuklarına refakat etmek isteyen ailelerin iş yerlerinden çok sık izin almaları sonucu işlerine son verilmesi

KEMİK İLİĞİ NAKLİ NEDİR?

Çocukluk çağı lösemilerinde esas olan ilaçla tedavidir. Toplam 3-3.5 yıl süren kemoterapi sonunda % 85'lere varan oranda tamamen iyileşme sağlanır. Tedaviye cevap alınamayan vakalarda ve bazı özel durumlarda kemik iliği nakli uygulanabilir (%5-10 oranında).

TEDAVİNİ ESASLARI NELERDİR?

Kemik iliği naklinde temel prensip, kan hücrelerinin yapımını sağlayan ana-kök hücrelerin sağlam bireylerden (verici-donör) alınarak lösemi hastasına verilmesidir. Böylece normal kan yapımı sağlanmış olur.

KİMLERDEN KEMİK İLİĞİ ANA-KÖK HÜCRELERİ ALINIR?

1- Doku grupları (HLA) uygun kardeşlerden veya nadiren diğer aile bireylerinden (ALLOJENİK).

2- Doku grupları (HLA) uygun akraba olmayan vericilerden (Kemik İliği Doku Bilgi Bankası aracılığıyla).

3- Hastanın kendi kemik iliğinin dondurularak saklanması ve gerektiğinde verilmesi.

4- Damarlarımızda dolaşan kanın içindeki ana-kök hücrelerin özel bir yöntemle toplanarak hastaya verilmesi.

5- Göbek Kordonu Kanı: Yeni doğan kardeşin ana-kök hücrelerden zengin plasentasından (eş) toplanan kanın kullanılması.

NASIL KEMİK İLİĞİ ALINIR?

Toplama işlemi ameliyathane koşullarında genel anestezi altında uyutularak yapılır. Özel iğneler kullanılarak kemik içine girilerek ilik enjektörlere çekilir. Belirli miktarda alınan ana-kök hücreler özel torbalarda, filtre edilerek bekletilmeden lösemi hastasına damar yoluyla verilir.

Ana-kök hücrelerin çok çok az bir kısmı alındığından verici-donör için yapılan işlemin hiçbir sakıncası yoktur.

Nakil işlemlerinden sonra 3 hafta içinde sağlam ana-kök hücrelerden kan hücrelerinin hızla yapımı başlar. Verilen kemik iliğinin alıcıda reddini önlemek amacıyla 6 ay kadar koruyucu tedaviler uygulanır.

KEMİK İLİĞİ NAKLİNİN BAŞARI ORANI:

Dünyanın gelişmiş hematoloji merkezlerinde olduğu gibi ülkemizde de kemik iliği nakli başarıyla yapılmaktadır. Löseminin cinsine ve vericinin uygunluğuna göre değişmekle birlikte sonuçlar olumludur. %43 ile %83 oranında başarı elde edilmektedir.

YAN ETKİLERİ:

Alıcı lösemi hastasının kemik iliği nakline hazırlanma aşamasında ve sonrasında çeşitli ciddi komplikasyonlar çıkmaktadır. Geç dönemde de normal kişilere göre 5 kez daha fazla oranda yeniden lösemi ya da çeşitli kanser tipleri ortaya çıkabilir.

Kemik iliği naklinden 1 yıl sonra, lösemili çocuklar sağlıklarına kavuşmakta ve normal yaşantılarına dönebilmektedirler.

Ülkemizde hasta başına ortalama 25.000 dolara mal olan kemik iliği nakli, yurt dışında bir sağlık turizmi haline getirilmişolup 100.000-250.000 dolar harcanmaktadır. Bu nedenle; Türkiye'de daha çok sayıda özelleşmiş kemik iliği nakli merkezinin hizmete açılması yararlı olacaktır.



Bademcik ve geniz eti ameliyatı
BADEMCİK VE GENİZ ETİ

Bademcik (Tonsil) ve geniz eti (Adenoid) olarak isimlendirilen dokular lenfoid hücrelerden oluşmuştur. Lenfosit yapımında rolü vardır. Yeni doğanda anneden geçen immünglobulinler nedeniyle küçüktürler. 4-5 yaşlarda daha sık olmak üzere enfeksiyonlara bağlı olarak büyürler. İleri yaşlarda küçülme eğilimi gösterirler. Geniz etinin büyük olması burundan solunuma engel oluşturur. Ayrıca kulak ve sinüslerin boşalımını bozarak değişik boyutta problemlere yol açarlar. Bu çocuklarda işitme kayıpları, horlama, ağızdan soluma, gece öksürükleri, burun akıntıları gözlenmektedir. Kronik geniz eti iltihapları veya büyümeleri ortodontik bozukluklar, yüz gelişiminde bozukluklar ve konuşma bozukluğuna yol açabilmektedir.

Bademcik ve geniz eti büyümeleri üst solunum yolunu daraltacak boyuta ulaştığında horlama ve apne dediğimiz uykuda nefessiz kalma gibi ciddi sorunlar başlatır. Bu durumlarda bir KBB uzmanı ile görüşülmesinde yarar vardır.

Romatizmal ateş olarak bilinen hastalık A grubu beta hemolitik streptokoklara karşı oluşturulan antikorların yol açtığı bir komplikasyondur. Kalp kapakçıklarında bozukluklara yol açabilmektedir.



BADEMCİKLER VE GENİZ ETİ HANGİ DURUMLARDA ALINMALIDIR?

Bademcik ve geniz eti ameliyatları KBB kliniklerinde sık uygulanmaktadır. İlaç tedavisinden fayda görülmediğinde cerrahi olarak bunların çıkartılmasına baş vurulmaktadır. Bu ameliyata karar vermek için kullanılan iki kriter vardır.

Kesin ve göreceli olarak ameliyatın gerekliliği belirlenir.

Kesin ameliyatı gerektiren durumlar:

Üst solunum yolunun bademcik ve geniz eti büyüklüğüne bağlı olarak tıkanması
Bademcik etrafında abse (Peritonsiller abse)
Kötü huylu tümör şüphesi
Çene yapısını bozan geniz eti ve bademcik büyümeleri.
Göreceli kriterlerin en başında sık tekrar eden bademcik enfeksiyonları gelmektedir. Bademcik ameliyatlarının %40'ı bu nedenle yapılmaktadır.

Son bir yılda 7 defa veya son iki yılda yıl başına 5 'şer defa veya son üç yılda yıl başına 3 'er defa yada daha sık ateşli bademcik iltihaplanması geçirilmesi
Difteri (Kuş palazı) mikrobu taşıyıcıları
Kalp kapak bozukluğu olan kişiler.
Bademcik ve geniz eti iltihaplanmasına bağlı olarak sık orta kulak iltihabı geçirilmesi.
Bu gibi durumlarda kronik bademcik iltihaplanması olarak adlandırılır. Çözümünde cerrahi tedavisi önerilir, planlanır.

BU AMELİYATLAR HANGİ YAŞTA YAPILIR?

Bademcik hastalıkları çocuk yaş grubu sorunu olarak bilinmekle birlikte erişkin işinde aynı kurallar geçerlidir. Ameliyata engel oluşturacak herhangi bir ciddi sağlık problemi olmayan erişkinlerde de bademcik ameliyat uygulanmaktadır. Alt yaş sınırı zorunlu haller dışında 4-5 yaş olarak belirlenmiştir. Üst yaş sınırını belirlemek mümkün değildir. Genel olarak ileri yaşlarda bu hastalığın görülme oranı düşüktür ve çoğu zaman basit çözümler tercih edilmektedir.

BADEMCİK AMELİYATI RİSKLİ MİDİR?

Bademcik ameliyatları riski oldukça düşük orandadır. İstatistiklerde 14.000 ameliyattan birinde anesteziye veya cerrahiye bağlı ciddi komplikasyon bildirilmektedir. Ameliyat sonrası ciddi kanama oranı 5/1000 gibi düşük orandadır. Bademcik ameliyatından sonra vücudun savunma sistemi ile ilgili bir çok bilimsel çalışma yapılmış ancak net bir sonuç elde edilmemiştir. Bademcikleri alınmış insanlarda lenfositlerin bazı tiplerinin sayısında azalma gösterilmiştir. Ancak bunun klinik olarak sorun doğurduğuna rastlanılmamıştır. Bademcik ameliyatından sonra daha kolay farenjit olunduğu yolunda bir inanış vardır. Bademciği alınmış yada alınmamış insanlarda farenjit görülme oranı aynı sıklıktadır. Bademciklerin alınması farenjit olma oranını artırmamaktadır.
barsak gazı
Herkesin kalın barsağında gaz üretilir. Aslında, barsak gazlarının çoğu kalın barsakta oluşur. Gaz genellikle dışkı yaparken atılır. Bununla birlikte, bazı kişilerde oluşan aşırı miktardaki gaz, bütün gün rahatsızlık yaratır.

Barsak Gazının Bileşimi

Barsak gazı başlıca beş maddeden oluşur: Oksijen, azot, karbondioksit ve metan. Kötü koku genellikle bileşimde daha az miktarlarda bulunan hidrojen sülfid ve amonyak gibi diğer maddelerden kaynaklanır.

Azot ve oksijen soluduğumuz havada bulunur ve hava yutulduğunda barsak gazının içinde bulunabilirler. Karbondioksitin bir bölümü ince barsakta üretilir. Hidrojen, karbondioksit ve birçok kişide metan, ince barsakta sindirilmemiş ve emilmemiş karbonhidratların, kalın barsaktaki bakteriler tarafından fermantasyonuyla oluşur.

Barsak Gazına Neden Olan Gıdalar

Aşırı gaz oluşmasına neden olabilecek gıdalar arasında nohut ve fasulye, buğday, yulaf, kepek, lahana, mısır ve şalgam bulunmaktadır. Bir sindirim enzimi olan laktoz yetersizliği olanlarda süt ürünleri de sorun yaratabilir. Fazla lifli gıdalarla beslenme ve hacim oluşturucu müshillerin kullanımı da aşırı miktarda barsak gazına yol açabilir.

Önlemler

Bazen, aşırı miktardaki gaz sindirim sistemindeki bir hastalıktan kaynaklanabilir; hastalık tedavi edildiğinde, çoğu kez gaz da azalacaktır. Ancak çoğu durumda, gazın kaynağı bir hastalık değildir.

Çok can sıkıcı olabilse de, aşırı barsak gazı önemli bir durum değildir. Bazı insanlar belirli "gaz yapan" gıdaları, özellikle fasulye ve süt yemekten kaçınarak bu durumun düzeldiğini keşfederler.

Yutulmuş Hava

Yutulan hava barsak gazlarının küçük bir bölümünü oluşturur. Diğer taraftan, midenizde hissettiğiniz şişkinlik genellikle yutulan havanın sonucudur. Hava, yiyecek ve içeceklerle birlikte ya da başka nedenlerle yutulabilir. Çok hızlı yemek ya da sakız çiğnemek soruna katkıda bulunabilir. Geğirme ve karnın üst bölümündeki basınç hissi yutulmuş havanın bir sonucu olabilir. Hava yuttuğunuzun farkına varmayabilirsiniz. Gazlı içecekler midede karbondioksit açığa çıkararak gaz oluşmasına yol açabilir.

Yutulan havanın bir bölümü gıdalarla birlikte ince barsağın içinde ilerler. Bu havanın bir kısmı vücut sıvılarında çözünür ve sonuçta akciğerler yoluyla atılır
Vaginal mantar genital mantar
Mikotik vajinit) Vajinal mantar enfeksiyonları ilk kez 1849 yılında gebe bir kadında tanımlanmıştır. Erişkin kadınların yaklaşık %75'i yaşamlarının herhangi bir döneminde en az bir kez mantar enfeksiyonu geçirirler

Çoğu kez gebelik, antibiyotik kullanımı gibi nedenlerle ortaya çıkan bu durum tedaviye kolay cevap verir. Ancak kronik vajinal mantar enfeksiyonu hem cinsel hem de psikolojik sorunlara yol açabilir. Vajinal mantar enfeksiyonlarına yol açan mikroorganizmalardan en sık görüleni Candida Albikans adı verilen bir maya hücresidir. Vakaların %67-95'inde bu mantar hücresi sorumlu olarak bulunduğundan, vajinal mantar enfeksiyonları genelde vajinal kandidiyazis şeklinde tanımlanır.

Candida Albikansın vajinada zaten normalde bulunan bir organizma mı olduğu yoksa belirti vermeyen kadınlarda saptandığında mutlaka tedavi edilmesi gereken bir patojen mi olduğu günümüzde dahi açıklığa kavuşturulamamış bir sorudur. Erkek semeninde üretilemediği için cinsel yolla bulaşan bir hastalık olarak kabul edilemez.Ancak yapılan araştırmalarda eşlerin benzer tipte mantar hücresi taşıdıkları saptandığı için pekçok hekim tedavide eş tedavisi de uygulamayı uygun görmektedir.


Vajinal mantar enfeksiyonuna neden olan candida albikans hifleri

NASIL BULAŞIR
Vajinal mantar enfeksiyonunda üreyen mikroorganizmalar genellikle başkasından bulaşmaz. Kişinin zaten kendi vajinasında bulunan maya hücreleri çeşitli nedenler ile aktif hale gelip enfeksiyon yaratmaktadırlar. Dolayısı ile havuzdan vb. bulaşma söz konusu değildir. Çok nadiren cinsel ilişki ile bulaşabilir. Ancak bir kadında mantar enfeksiyonu olması mutlaka cinsel ilişki ile bulaştığı anlamına gelmez. Hayatında hiç cinsel ilişkide bulunmamış bakire kızlarda hatta küçük çocuklarda bile mantar enfeksiyonu olabilir.

RİSK FAKTÖRLERİ
Vajinada belirti vermeden bulunan kandidalar çeşitli faktörlerin etkisi ile aktif hale geçerler ve klasik belirtiler ortaya çıkar. Ancak önemli bir gerçek de vakaların %50'sinde bu tür bir faktör olmadan hastalığın ortaya çıktığıdır.Vajinal mantar enfeksiyonlarını tetikleyen faktörler şunlardır:

Antibiyotikler: Geniş spekrtumlu olarak tabir edilen güçlü antibiyotikler vajinanın normal pH dengesini bozarak mantar enfeksiyonu için uygun ortam hazırlarlar. Vajinitte en sık etkili olan antibiyotikler tetrasiklin ve penisilin grubu ilaçlardır.
Gebelik: Özellikle gbeliğin son 3 ayında hücresel bağışıklığın azalması ile kandida gelişimi kolaylaşır. Yine gebelikte vajinada glikojen adı verilen maddenin artışı da bu olayı hızlandır. Vajinada glikojenin artmasına ise kanda östrojen ve progesteron miktarının yükselmesi neden olur.
Şeker Hastalığı: Kan şeker düzeylerinin dengesiz seyrettiği kontrolsüz diabette idrar ve vajinal salgılarda şeker düzeyleri artar, bu da mantar için uygun bir ortam hazırlar.
İmmunosupresyon: Bağışıklık sisteminin baskılanması demektir. İlaçlar ya da sistemik hastalıklar sonucu hücresel bağışıklık sisteminin baskılanması kandidiazisi hızlandırır.
Doğum Kontrol hapları: Eski tipte yüksek doz oral kontraseptiflerin vajinal kandidiasiz için uygun zemin hazırladığı ileri sürülse de günümüzdeki düşük doz ilaçlar ile bu görüş geçerliliğini yitirmiştir.
Rahim içi araç (spiral): Etkisi tam olarak bilinmemektedir. Ancak kandidiazis için predispozan faktör olduğu ileri sürülmektedir.
Hormon kullanımı: Östrojen ve progesteron içeren ilaçların alımı kandidiazis görülme oranını arttırır.
Naylon giysiler: Özellikle kilolu kadınlarda giyilen naylon giysiler ve çamaşırlar bölgede sıcaklık ve nem artışına neden olurlar. Bu durum mantar hücreleri için altın değerinde bir fırsattır. Gelişen enfeksiyon tekrarlama ve kronikleşme eğilimindedir.
Lokal allerjenler: Renkli tuvalet kağıtları, parfümler, yüzme havuzundaki ilaçlar, tampon ve pedler alerjiye neden olabilirler. Alerjik zemin üzerinde ise daha sonra mantar enfeksiyonu gelişebilir.
Metabolik hastalıklar: Tiroid hormonu bozukluğu gibi hastalıklar kandidiazis için uygun zemin hazırlar
Şişmanlık
Kronik servisit
Radyasyon
BELİRTİLERİ
Vajinal mantar enfeksiyonunun en önemli ve en sık görülen belirtisi kaşıntıdır. Bu kaşıntı geceleri şiddetlenir ve sıcak etkisi ile artar.

Hastaların çoğunda dış genital organlarda yanma vardır. Özellikle idrar yaparken, idrarın değdiği bölgelerde şiddetli yanma hissi olur.

Bazı hastalarda cinsel ilişki esnasında ağrı olabilir.

Vajinal kandidiazisde akıntı her zaman olmaz. Eğer mevcut ise bu akıntı beyaz renkli ve içerisinde süt ya da peynir kesiği şeklinde tanımlanan ya da kireç benzeri olarak nitelendirilen parçacıklar bulunur.

Akıntıda kötü koku görülmez. Kokunun olması kandidiazise eşlik eden ikinci bir enfeksiyonun varlığını akla getirmelidir.

Vulva ve vajinada kızarıklık ve şişlik olabilir. Vajina duvarında mantar plakları bulunabilir.Bunların görülmesi kandidiazis için tipiktir. Kaşımaya bağlı olarak vulva derisinde soyulmalar ve küçük kanamalar olabilir.

TANI
Vajinal mantar enfeksiyonlarının tanısı güç değildir. Genelde muayene esnasında hastanın şikayetleri ve muayene bulgularının birarada değerlendirilmesi ilave bir laboratuvar tetkikine gerek kalmadan tanı koydurur. Vajinal kandidiazisde kültür almanın rolü yoktur. Bunun yerine alınan akıntı örneğinin potasyum hidroksil ile muamele edildikten sonra mikroskop altında incelenmesi ve tipik mantar psödohiflerinin görülmesi tanıyı kesinleştirir.

TEDAVİ
Vajinal mantar enfeksiyonlarının tedavisi hem çok kolay hem de zordur. Tedavi ile akut şikayetler büyük ölçüde giderilir. Ancak hastaların %5-25'inde hastalık daha sonra tekrarlar. 1 yıl içinde en az 4 defa kandidazis atağı geçirilir ise bu durumda tekrarlayan enfeksiyonladan söz edilmektedir. Bu yeniden atakların nedeni mantar mayalarının vajinadaki sağlam dokuların içine girerek derinlere kadar ilerlemesi ve burada sessiz kalmaları ve ilaçlardan da etkilenmemesi olarak açıklanmaktadır.

Vajina hücreleri sürekli bir yenilenme içinde bulunduğundan üstteki hücreler dökülüp alttaki hücreler yüzeye çıktıkça bu mayalarda yüzeye yaklaşmakta ve uygun ortam bulduğunda yeniden enfeksiyona neden olmaktadır. Bu duruma invazif kandidiyazis adı verilir. İnvazif kandidiazisin önlenmesinde predispozan faktörlerin ortadan kaldırılması şarttır.

Tedavide hem sistemik hem de lokal ilaçların kullanılması gereklidir. Lokal ilaçlar hem vajinal ovül (fitil) hem de krem şeklinde olabilir. Tekrarlayan enfeksiyonlarda ise bazı yazarlar eş tedavisi gerektiğini düşünmektedirler. Kronik bir enfeksiyon yoksa eş tedavisi gerekli değildir.

Ağızdan alınan sistemik tedavide tek günlükten 1 haftalığa kadar tedavi protokolleri ve ilaçlar mevcuttur. Aynı durum vajinal ovüller için de geçerlidir.

Tedavi esnasında naylon giysiler giyilmemesi, çamaşırların pamuklu olması, kaynatarak yıkanması ve buharlı ütü ile ütülenmesi, dar giysilerden kaçınılması, vajinanın su ile yıkanmaması bunun yerine nötr pH derecelerine sahip ve bu amaçla üretilmiş sıvı sabunların kullanılması tedaviyi kolaylaştırır.

Bu yazı Dr.Alper MUMCU www.mumcu.com dan alınmıştır.
Donma: Donmalar: Soğuk Isırığı
Soğuk ısırığı vücut dokularının donmasıyla oluşan bir rahatsızlıktır. En sık donan bölgeler eller, ayaklar, kulaklar ve özellikle burun uçlarıdır. Eller ve ayaklar vücudun uç noktalarıdır ve özellikle soğuktan dolayı dolaşım kısıtlandığında bu bölgelere giden kan miktarı iyice azalır. Kulaklar ise ince oldukları için fazla bir dolaşıma sahip değildirler burun ise genelde soğuktan iyi korunmaz. Vücudun ana bölgelerindeki ısıyı korumak için diğer bölgelere olan dolaşım neredeyse durma derecesinde kısıtlanabilir. Soğuk ayrıca damarları çevreleyen ve plazmanın damarın dışına çıkmasını önleyen endothelial hücrelere de zarar verir. Plazmanın kayıbı ise kanın damarın içinde pıhtılaşmasına ve dolaşımı daha da yavaşlatmasına neden olur.

Dolaşım azaldıkça dokular donmaya başlar. Hücreler arasında su kristalleşmeye başlar ve hücre içindeki suyu emerek büyür. Buna rağmen donma hücreleri öldürmez. Laboravatuar çalışmalarında hücreler uzun süre donduktan sonra bile canlı kalmışlardır.

Soğuk ısırığından kaynaklanan asıl zarar endothelial hücrelerin zarar görmesidir. Dokular tekrar ısındığında bu bölgeye giden kan pıhtılaşır ve buradaki dolaşımı tamamen durdurur. Bunun sonucunda da o bölgedeki hücreler ölür.

Önlenmesi


Soğuk ısırığı havanın donma noktasının altında olduğu her sıcaklıkta olabilir ama genelde hipotermiyle bağlantılı gelişir. Hareketsizlik dolaşımın yavaşlamasına büyük katkıda bulunur ve dolaşımı engelleyen giysiler de soğuk ısırığına katkıda bulunur.

Bazı durumlarda soğuk ısırığı metallere ya da sıvı yakıtlara temasla da ortaya çıkabilir. Soğuk ısırığını önlemek için onu ortaya çıkaran etkenleri özellikle hipotermiyi ortadan kaldırmak gerekir. Vücudunuzun merkezini sıcak tutarak dolaşımın azalmasını önleyen giysiler vücudunuzun uç noktalarını da sıcak tutar. Ayrıca önemli noktalardan biri de dar ayakkabılar gibi dolaşımı engelleyecek şeyler giyilmemesidir.

Sigara içmek yüzey dolaşımını azaltır ve bu yüzden lokal donmalara katkıda bulunur. Dolaşımı devam ettirmek için el ve ayak parmakları hareket ettirilebilir ve kolları hızla çevirmek dolaşımı hızlandırmak için iyi bir yöntemdir.
Soğuk ısırığını yüzeysel ve derin olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
Yüzeysel donuklarda yüz, burun, kulak, parmaklar gibi ufak dokular etkilenir. Yüzeysel donuklar derin donuklar kadar önemli olmasa da eğer gerekli tedbirler alınmazsa derin donuk haline gelebilir. Derin donuklarda ise eller, ayaklar ve hatta bacak ve kolların bir bölümü gibi daha büyük dokular etkilenir. Derin donuklarda büyük miktarda doku ya da bir organın tamamı kaybedilebilir.


Yüzeysel Donuk


Belirtiler Semptomlar


Beyazlaşmış dokular Önceleri acı hissedilir
Üst dokular sert alt dokular daha yumuşak Daha sonra bölge soğuk ve hissizdir


İlk yardım


En etkin ilk müdahale donmuş organın sıcak bir vücutla temas ettirilerek ısıtılmasıdır. Bölgenin ovulmaması ve daha fazla donmasının önlenmesi gereklidir. Bu şekilde ısıtılan bölge kısa sürede bir karıncalanma hissiyle birlikte eski haline gelecektir.

Derin Donuklar


Belirtiler Semptomlar
Deri beyaz Donma sırasında acı
Deri sert ve alttaki dokular da katı His yok
Eklem hareketi yok ya da kısıtlı Eritme sırasında acı
İlk yardım
Dağda :
- Erimiş bölümü eritmeyin
- Etkilenmemiş dokuların donmasını önleyerek zararın artmasını engelleyin.
- Eğer doku erimişse tekrar donmasını ve baskı altında kalmasını önleyin
- Kişiye bol sıvı verin
- Hastayı en kısa zamanda hastaneye ulaştırın

Donmuş bir doku eritildiğinde kişi tamamen işe yaramaz hale gelir. Donmuş bölüm hastaya korkunç bir acı verecektir. Donup erimiş bir organı kullanmak neredeyse imkansızdır. Eğer donmuş bir organ eriyip tekrar donarsa bu organın kaybedilme riski büyük ölçüde artacaktır. Eritme işlemi sadece tekrar donma şansı yoksa ve vücudun eritilmiş bölümü tamamen steril koşullarda korunabilecekse yapılmalıdır. Bu da doğa şartlarında neredeyse imkansızdır. Donmuş bir bölümü eritmek için donmuş organ 38.5°C ile 41°C arasında sıcaklıkta suya sokulmalıdır. Suyun ısısı sürekli kontrol edilmeli ve gerekirse su ekleyerek aynı sıcaklıkta tutulmalıdır. Eritme işlemi organ tamamen eriyip pembe bir görünüm kazanana kadar devam etmelidir. Pembe renk dolaşımın başladığının göstergesidir. Çok zarar görmüş bir organın dolaşımı geri dönmeyebilir. Eritme işlemi sırasında ve sonrasında kişinin organı hareket ettirmesini sağlayın. Eridikten sonra organı steril bir pedle korumalı ve parmaklar arasına steril pedler koyulmalıdır. Hasta hipotermiye girmişsse önce hipotermi tedavisi yapılmalıdır. Donmuş bölgeye aşırı ısı uygulamayın çünkü bu organa zarar verebilir. Enfeksiyon riskini arttırmamak için su toplamış bölgeleri ellemeyin.

Soğuk ısırığının yakın dönem tedavisinde cerrahinin yeri yoktur. Ne yazik ki konu hakkında tecrübesiz bazı cerrahlar donmuş ve erimiş bölgenin görüntüsü yüzünden hemen bir ampütasyon üzerinde israr edebilirler. Ampütasyonu reddeden bazı hastalar minumum ya da sıfır doku kayıbıyla olayı atlatmışlardır.

Cerrahi müdahale dokular tamamen ve kesinlikle öldükten sonra yapılmalıdır. Başlangıçta dolaşımı sağlamak için bazı ufak müdahaleler olabilir fakat ampütasyon, donma olayının üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra sadece ölü dokuyu ayırmak amacıyla yapılmalıdır. Soğuk ısırığı yaşamış kişiler soğuğa karşı daha hassastırlar ve daha önce donmuş bölgelerindeki damarlar kalıcı olarak zarar gördüğü için bu bölgelerin donma şansı daha yüksektir

0 yorum

Yorum Gönder